Türkler ve Ruslar: Örnek soyluluk

İgor Ryabtsev

120 yıl önce tüm Rusya’da lise ve üniversite öğrencilerinin, profesörlerinin ve aydın kesimin en önemli bilgi kaynaklarından biri “Brokgauz ve Yefron Ansiklopedisi” idi.

Bu eser hemen hemen otuz yıl içinde, aralarında fizikçi, matematikçi, dilbilimci, tarihçi, etnoğraf, müzik uzmanlarının bulunduğu bir grup bilim insanı tarafından oluşturulmuştur. Bu çalışmanın sonucunda 1907 yılında 82 cilt ve dört ekten oluşan tam külliyat basılmıştı. Bu ansiklopedik sözlük o dönem biliminin eriştiği her türlü konu hakkında bilgi içermekteydi. Üstelik bunlar kuru kuruya bilimsel makaleler de değildi. Bugün “Brokgauz ve Yefron Sözlüğü”, ya çok akademik bilimsel bir çalışma, ya da tasvirler, alegoriler ve değişik ifadeler içeren edebi bir esere benzemesi şeklinde ‘farklı stilleri içeriyor’ olması nedeniyle eleştiriyor.

Aslında bütün mesele Ansiklopediyi hazırlayan tüm yazarların okuyuculara mümkün olduğu kadar fazla bilgi aktarmaya çalışarak kendine has bir stilde çalışmış olmalarından kaynaklanmıştı. Sözlükte o zamanki devletlerde yaşayan halklar hakkında da bilgiler bulunur. Bu halklar çok ayrıntılı, ‘yüksek stil’ denilen güzel bir dil kullanılarak anlatılmışlardı. Sözlüğü açtığımızda bakın neler görüyoruz: Almanlar, Hollandalılar, Fransızlar, Hintliler ve….Türkler. Rus araştırmacıları acaba Türkler hakkında neler yazmışlardı?

İlk önce ‘Türkiye’ hakkındaki açıklamaya bakalım. Tabii ki her sözlükte olduğu gibi ilk önce ülkenin coğrafi konumundan bahsediliyor. Açıklamanın 20. yy başında yazıldığını bir daha hatırlatalım. Ansiklopediyi hazırlayanlar Osmanlı İmparatorluğu’na dahil tüm toprakların detaylı bir anlatımını yapıyorlar. Burada Arnavutluğu, Yunanistan’ın bölümlerini ve Arap ülkelerini görebilirsiniz. Türkiye nüfusu hakkında bilgilerin verildiği bölüm ilginçtir. Bakalım neler deniyor:

Ülkenin nüfusu en kalabalık Avrupa şehirleri 837.565 kişi ile Konstantinopol (İstanbul) ki bunda şaşılacak bir şey yok, 120.000 nüfusu ile Selanik ve 70.000 nüfusu ile Adrianapol (Edirne). Nüfusun çoğunluğunun tabii ki Türk olduğu yazılı. Ancak İspanya’dan kaçan Sefaradların torunları çok sayıda Yahudi de belirtiliyor. Tabii ki çok sayıda Yunanlı ve Ermeni bulunuyor. Ayrıca Bulgarlar ve Sırplar var. Genel olarak Osmanlı İmparatorluğu sözlükte “büyük bir halklar kazanı”, İstanbul ise “modern New-York’u andıran bir şehir” olarak anlatılıyor.

Peki Türkler hakkında neler yazılmış?

Birincisi yazarlar Rusçadaki ‘Turok’ kelimesinin daha çok alaycı bir anlamı olduğu uyarısında bulunuyorlar. Ülke halkına “Osmanlılar” demek gerekiyor. Bunların tarihi konusunda, bu insanların göçebe Altay halklarının torunları oldukları, ancak modern Türklerin step Türklerinin Avrupa’lı, Slav ve Kafkas kadınları ile yaptıkları evliliklerin sonucu ortaya çıktıkları anlatılıyor. Ansiklopediye göre, “doğal eleme” sonucunda Türkler iri, iyi ve güzel bir beden yapısına, soylu yüz çehresine sahip insanlar haline gelmişlerdir. Türk karakterinin ana unsurları olarak ciddiyet, misafirperverlik, ticarette dürüstlük, ulusal gurur, batıl inançlara yatkınlık ve kadercilik belirtiliyor ve şöyle devam ediyor:

“Genel olarak birden fazla eşe, hatta cariyeye sahiptirler! Yine de onlardan doğan çocuklar da kabul edilir. Türklerin evleri dikkat çekici dış cepheye sahip değildir, ancak iç dizayn doğu lüksüne özgü düşüncelere uygun olarak yapılmıştır. Türkler kaftan, şalvar, maroken pabuç giyerler, başlarına türban takarlar. Bellerinde ise yatağan ya da tabanca asılan kuşak sarılıdır. Ancak devlet memurları ulusal kıyafetleri yerine gittikçe daha sık bir şekilde ‘frank’ yani Avrupai kıyafetler tercih etmektedirler.”

Ulus olarak Türklere adanan diğer bir bölümde ise Türkler savaşlar ve saldırılar sonucunda ‘dış görünüşlerindeki ilk Türk izlerini hemen hemen kaybettiler ve değişik etnik tipleri içeren karmaşık bir tipler topluluğu’ haline geldiler deniyor. Ancak genel olarak yumuşak, zarif yüz çizgileri, yuvarlak kafa yapısına, yüksek alına, büyük yüz eğikliğine, çok düzgün şekillenmiş burun yapısına, uzun kirpiklere, küçük ve canlı gözlere, yukarı doğru eğimli çene altına, kibar vücut yapısına, siyah, hafif kıvrık saçlara ve yüzde sıkı tüylenmeye sahip oldukları ifade ediliyor. Bu sırada Türkiye’de sık bir şekilde açık renk ve kızıl renk saçlara sahip insanlara da rastlayabileceğiniz belirtiliyor.

Pekala Türklerin gelenekleri hakkında neler öğreniyoruz? Meğerse bu halk değişik etnosların geleneklerini bünyesine almıştır. Üstelik bu gelenekler arasında hem modern hem de dini kökenli olanlar vardır. Bu bölümün yazarları Müslümanlık bakımından Türklerin Araplardan çok farklı olduklarını düşünüyorlar. Ne de olsa (tam bir felaket!) uzun entariler yerine kısa elbiseler giyiyorlar hatta sakallarını tıraş ediyorlar. Bu Arapların müsaade edemeyecekleri bir şeydir!

Türkler step atalarından bazı gelenekleri miras almışlardır. Mesela, Kırgızlarda olduğu gibi Osmanlılar’da da gelinin eve getirilmesi geleneği vardır. Ancak bunu tahtırevanda değil at üzerinde yapıyorlar. Aynı şekilde Anadolu’nun iç kesimlerinde yeni doğan çocuğun üzerine tuz serperler ve yağ sürerler, tıpkı Orta Asya Türklerinde olduğu gibi. Gelinin ailesine hediye verilmesi geleneği vardır. Evin en önemli köşesi ise kazandır. Yeniçerilerde eve girerken kazanın önünde eğilme geleneği vardı.

Ayrı bir bölümde karakterden bahsedilmektedir. Türkler yakın komşuları Araplar, Yunanlılar ve Ermenilerden ciddiyet, koşuşturmanın olmaması ve saygınlık ile ayrılırlar. Türkler bir işe zor girişirler, gevezeliği sevmezler, işlerinde dürüstlerdir ve son derece nettirler. Köy halkına gelince yazarlar çalışmayı sevdiklerinden, dayanıklı olduklarından ve misafirperver olduklarından bahsediyorlar.

İlginç olan husus şehir sakinlerinin kutlamaya, zevk almaya, ‘keyif yapmaya’ ve etrafta olan her şeye karşı umursamazlık özellikleri olmasıdır. Bilim insanları tüm bunlar dine bağlılık, çok eşlilik ve güney ikliminin sonucudur diyorlar. Ancak bunun yanında Türkler durum gerektiriyor ise cesaret ve dayanıklılık sergilemeye de hazırlardır.

Brokgauz ve Yefron Sözlüğü’nün 19. ve 20. yy sınırında hazırlandığını bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. Bunun bir kaç on yıl öncesinde Ruslar ve Türkler onlarca savaştan biri olan en son kanlı savaşı bitirmişlerdi. Bundan bir kaç yıl sonra bir çatışma daha çıkacaktı ve iki ülke Birinci Dünya Savaşı’nda siperlerin karşı tarafında yer alacaklardı. Kibarca söylemek gerekirse Ruslar Türkleri sevmemeliydiler. Peki gördüğümüz nedir? «Dürüstlük», «saygınlık», «soyluluk», «yumuşak yüz hatları »… Nefret nerede kaldı peki? Nerede küçük görme ve alaya alma?

Tabii bu noktada bir açıklama yapabiliriz: «Sonuçta bu bir sözlük!» Ancak daha önce hatırlattığım üzere sözlük okuması rahat olması hedef alınarak hazırlanmıştır ve hazırlayıcıları Fridrih Arnold Brokgauz ve İlya Abramoviç Yefron yazıları hazırlayanlara hiç bir sınır koymamışlardır. Bazı bölümler heyecanlı bir dedektif hikayesi gibi okunmaktadır. Bu yazıları hazırlayanlar isteselerdi Türkleri ‘açgözlü’, ‘kurnaz’, ‘sinsi’ gibi kelimelerle ifade edebilirlerdi. Ancak nedense bunu görmüyoruz. Üstelik ‘Türkiye’ başlıklı bölümde Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet yapısına, iç ve dış politikasına yönelik çok sayıda eleştiriye yer verilmiştir. Mesela de facto anayasal düzenin olmadığı ifade edilmektedir, oysa Osmanlı İmparatorluğu o dönemde de jure anayasal monarşi ile yönetiliyordu. Ancak Türkler ile ilgili tek bir kötü kelime kullanılmamıştır!

Bana kalırsa yazarlar kendilerine net bir hedef tespit etmişlerdi: Maksimum derecede objektif olmak, önyargılara inanmamak, duyguların bilime girmesine müsaade etmemek, politikayı insanlarla karıştırmamak. Bu hedefe ulaştıklarını söylememiz gerekir! Bu hedefe ulaşabildiler çünkü ansiklopedi eğitimli, düşünen insanlar tarafından oluşturulmuştu. Bunların çoğu soylu asil ailelerden geliyorlardı. Bu insanlar için en önemli husus soyluluk idi. Hiç bir zaman küçük düşürücü aşağılamalara ve hor görmeye müsaade etmezler. Karşılarındaki düşman ya da değil her şeyden önce insandır.

Geçtiğimiz günlerde Ukrayna’da çok ilginç bir yayın çıktı, ancak ne yazık ki geniş kitlelere ulaşamadı. Bu yayının adı ‘1829 ve 1829 yıllarında Türklerin elinde esir kalmış bir subayın notları» adını taşıyor. Yazarı Rus ordusunda subay olan A.G. Rozalion-Soşalskiy. Konusu bağımsızlıkları için ayaklanan Yunanlıların ardından patlak veren Rus-Türk savaşına aittir.

Rozalion-Soşalskiy bir ordu birliğine komuta etmekteydi ve pusuya düşürülmüştür. Bir kaç Türk askeri onu kendi garnizonlarına götürmüştü. Esir alınan Rozalion-Soşalskiy şimdi herhangi bir paşanın ‘kölesi’ olacağından endişelenmekteydi. Ancak kısa bir süre sonra paşa ile karşılaştığında, paşa ona tercüman aracılığı ile hiç bir pranga ya da zincir vurulmayacağını söyler, ‘Bize yemek getirin’, ‘Misafirimize tütün, pipo, geceleri örtünmek için yorgan getirsin’ buyurur. Gerçekten de bir süre sonra subaya sıkı bir yemek masası donatılır: Çadır, ekmek, çorba, pilav, yahni, şarap, rakı ve diğerleri verilir.

Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Günümüzde esirlere böyle davranıldığını hayal etmek bile mümkün değil. Ancak o zamanlar bunlar alışıldık şeylerdi, çünkü ‘kazanan-kaybeden’ değil, ‘subay-subay’ ilişkisi önemli idi. Yani soyluluk söz konusu idi. Esirler kaçmasınlar diye zincire vurulmazdı (bu onlar için aşağılanma demekti!), onlara sadece uzağa kaçamasınlar diye zayıf atlar verirlerdi. Bazen düştüklerinde de Türk askerleri “Bizim şişko düştü” diye kahkaha ile gülüşürlerdi. Rozalion-Soşalskiy ancak yine de esirleri odaya kapattılar diye yazıyor. O ve diğer subaylar bu davranışa kızmışlar ve nöbetçilerin bu keyfiyetlerini paşaya bildirsin diye tercüman göndermişlerdi.

Esirler paşa ile defalarca karşılaşmışlardır ve askeri hareketler, dünya politikası üzerine sohbetler yaparlardı: «Paşanın yüzü, alçak gönüllü gülüşü ile canlanırdı, tüm bunlar açık gözlerindeki ifade ve tüm yüzü ile beraber ona hoş bir görüntü verirdi. Sultan Mahmud’un buyruğu gereği Türkiye’deki esirlerin iyi şartlarda tutulduğuna dair bir kaç söz söyledikten, bizi teskin etmek için ‘İnşallah barış olur’ dedikten sonra bizi bıraktı, bize illa ki bir Türk evinde olmak üzere iyi bir daire vermelerini buyurdu».

Esirler ordu nereye giderse onun peşinden giderlerdi. Yol boyunca değişik şehirlerde kalırlardı, Ruslara ayrı bir daire verirlerdi, Ruslar yerel hamamlara, camilere, tüccar tezgahlarına hatta genelevlere gidebilirlerdi. Esir subaylar görüşülen makbul misafirler olmuşlardı. Küçük şehirlerden birinde yerel belediye başkanının, «yakışıklı, hoşsohbet oğlu onları ziyaret eder. Simsiyah göz ve kaş rengi etkileyici, aynı zamanda da yüzünün beyazlığı, sanki hep gülümseyen kırmızı dudakları ile uyumlu bir tezat yaratmaktadırlar».

Uzun yolun sonunda esirler İstanbul’a gelirler. Subaylar burada mimarinin güzelliği ve değişik kesimlerden insanların çokluğu karşısında hayran kalırlar. Onları, yaşlı bir memur karşılar ve sohbet etmek istediğini söyler:

«Siz, beyler, Avrupalılar bizleri cahil, bir şey bilmeyen bir halk olarak adlandırıyorsunuz, ancak beni ve diğerlerini gördükten sonra bizim de dünyayı bilen insanlarımız olduğuna emin olmalısınız. Esirlerimize gösterdiğimiz ihtimam hiç de kaba, cahil olmadığımızı ispat ediyor. Bilim konusuna gelince, düşünülenin aksine değişik konulardaki üstün bilgilerimiz o kadar da az değil. Mesela, Türk dilinde benim tarafımdan yazılmış bir matematik, kamp kurma kurallarını içeren kale inşaatı hakkında bir ders kitabını size göstereyim».

Eğitimli insanlarla karşılaşan bu Türk bilgilerini ve düşüncelerini paylaşmak için acele ediyordu, buna layık muhataplarla diyalog hoşuna gidiyordu. Esirlere “düşman” demek aklının ucundan bile geçmiyordu.

Esirlere uzak adalardan birine götürüleceklerini haber verirler, ancak yanlarında Paşa’nın, Galata ya da Pera’da güzel bir daire vermeye mecbur olduklarına (!) dair bir talimat vardır. Talepler hemen yerine getirilir. Esirleri (subaylarla beraber) gemi ile başka bir şehre gönderdiklerinde ise komutanlardan biri için şu satırlar yazılıdır: «Bizi o üzüm salkımlarının koruması altına alarak, subaylardan her birine beyaz keseye sarılmış bir miktar Türk parası verdikten, askerlere ise 5 leva verilmesi talimatını verdikten sonra şikayet edeceğimiz bir husus olursa sadece kendisine yazmamızı söyledi».

Bu eserden daha pek çok alıntı yapmak mümkün. Ancak sözüme inanın: Düşman Türkiye topraklarında Rus subayına bir misafirden daha iyi davranmışlar, ne istese yerine getirmişler, yedirmiş içirmişlerdi. Subay anılarında tüm bunları ‘esaretin yükleri’ olarak anmaktadır. 19. yy’dan bahsettiğimizi hatırlatalım. Rus ve Türk orduları daha bir çok kez karşı karşıya geleceklerdi. Ancak işin ilginç olan yanı, Rus subayın esir olduğu zaman bile genel olarak jeopolitik durum hakkında düşünmesi ve Osmanlı meslektaşları ile bunu tartışıyor olmasıdır. Diyaloglarında savaşın “şimdiki politik bir gereklilik”, esaretin ise “küçük düşürme ya da alay etmekle ilişkisi olmayan bir formalite” olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır.

Böylesi soyluluk hikayeleri çoktur. ‘Kesinlikle rakibini küçük görme, azımsama’ diyen kanunları ile Samurayları hatırlayabiliriz. 1. Aleksandr’a her zaman saygı ile hitap eden Napolyon’u hatırlayalım. Bir örnek daha akla geliyor. Ortaçağ’da Mısır ve Suriye’nin hükümdarı Selahaddin Eyyubi ve mağlup ettiği haçlıların lideri Aslan Yürekli Richard… Uzun yıllar birbirleri ile Kutsal Toprak Kudüs’e bayrak dikme uğruna çarpışmışlardı. Bir keresinde Richard ağır bir şekilde hastalanır. Ateşler içinde, Vadedilen Toprakları’ın hemen yanında, soğuk çadırında ölümle pençeleşmektedir. Birden çadırın girişi açılır ve içeriye biran önce iyileşmesi temennisi ile Salahaddin’den taze meyveler ve diğer yiyecekleri getiren bir elçi ve özel doktoru girer!

Soyluluğa zamanımızda yer, yaşama hakkı var mıdır? Tartışmasız evet! Üstelik bu aynı derecede Türklere ve Ruslara de özgü bir niteliktir. Ancak her iki ülkenin çok az sayıda insanı dostlarına, düşmanlarına, genel olarak hayata bu şekilde yaklaştıkları konusunda övünebilir. Acaba kaçımız evde, işte hatta sokakta tartışmalı bir durum çıktığında kendini durdurabilir ve öncelikleri doğru bir şekilde tespit edebilir?

Gelin birbirlerine içten saygı duymuş, barışmaz düşmanlar olan Rus ve Türk aristokratlarının yaptıkları gibi davranmayı öğrenmeyi deneyelim. Üstelik, ne mutlu ki uzun zamandır ve uzun zaman için yakın dostlarız!

Çeviren: Metin UÇAR

Share Button